Evren, enerjinin değişik görüntülerle bize yansıdığı bir hologramdır. Bir eylemin başlaması için bir kuvvet gereklidir. Kuvveti, somut olduğu gibi soyut olarak da düşünebiliriz.
Evrenimizi şekillendiren ve potansiyel gücü, kinetik güce çeviren, birbirini etkileyen bir yığın güç çeşidi sayılabilir. Kısaca bir kaçını sıralarsak; fiziki güç, manyetik güç, manevi güç, Para gücü, akıl gücü, askeri güç, mevki gücü ve sosyal güç ve bunun gibi etkileyici, tetikleyici etmenlerden söz etmemiz mümkündür.
Güç iyi amaçlı kullanıldığı gibi kötü amaçlı olarak da kullanılabilir. Gücün iyi amaçlı kullanılabilmesi için, hareket yönünde akıl ve hikmetle birlikte güzelliğin de bulunması gerekir.
Burada belirtmek isterim ki, tüm güçlerin dayandığı kaynak, bilgidir. Bilgi bir heykeli ortaya çıkaran keski aleti gibidir. Nerede, nasıl kullanıldığı çok önemlidir.
Bilgiyi atom bombası yapmak içinde kullanabilirsiniz, aynı bilgiyi bir hastanede kanser tedavisi için de kullanabilirsiniz. Dolayısıyla, dünya kurulduğundan bu yana bilginin ehil ellerde ve güzellik için kullanılması iyiliği, kötü amaçlar tarafından kullanılması ise kötülüğü oluşturur.
Bu nedenle iyi-kötü arsasında sürekli bir savaş vardır. Kötünün güzellik ayağı eksik olduğu için, hata yapar ve sonunda yenilir. Bu nedenle her savaşı eninde sonunda iyilik kazanır ve kötülük bu sonucu kabul etmediği için savaş yeniden başlar.
Dünyamızı yönetmeye soyunanlar, yani mevki sahipleri, akıl-hikmet, güzellik ve kuvveti bir arada uyguladıkları sürece iyiliğin yanında insanlığa hizmet ederler. Bir sehpanın en az üçayak üstünde ayakta durabilmesi gibi, bu ayaklardan biri kırıldığında kötülüğe hizmet edilmiş olunur.
Düşünün; akıllısınız, güzel şeyler düşünüyorsunuz ancak uygulayacak güce sahip değilsiniz.
Veya uygulayacak gücünüz var, güzel bir düşünceye sahipsiniz ama bu düşünce akla uygun değil ve bu nedenle saçmalıyorsunuz.
Dünya kurulduğundan bu yana üzerinde bir güçler savaşı, paylaşım savaşı, hayatta kalabilme savaşı var ve kimi zaman bu savaş açıkça, kimi zamanda sinsice sürdürülmektedir. Gerçek olan ise, iyilikle kötülüğün, aydınlıkla karanlığın savaşıdır. Bu savaş binlerce yıldır değişik fazlarda süregelmektedir.
İyilikle kötülüğün bu savaşına zaman zaman yer altındaki bazı uygarlıklarında dahil olduğunu değişik mitolojilerde ve dinlerde görmekteyiz. Bilim-Kurgu edebiyatının öncü yazarlarından Jules Verne de, “Arzın Merkezine Seyahat” isimli bir kitap yazmıştır. Bu yazarın diğer eserlerinde öngördüğü bütün olayların çağımızda yaşanmış ve olanak dahiline girmiş olduğunu düşününce ister istemez insanın hayal gücü de zorlanmaya başlıyor.
Ülkemizde Kapadokya bölgesi dâhil dünyamızın bir çok yerinde yer altı tünelleri ve şehirleri bulunduğu bir gerçek. Yalnızca Anadolu’da 40.00 civarında mağara olduğu biliniyor ve bu mağaralarla ilgili birçok efsanelerde var. “Yedi Uyurlar” efsanesini hatırlayabilirsiniz. Bir mağaraya sığınan yedi kişi ve köpekleri uykuya dalar ve asırlar sonra uyanırlar.
İran edebiyatının önde gelen isimlerinden Firdevsi, 974-999 yıllarında kaleme aldığı “Şehname” adlı eserinde, esrarengiz bir yer altı ülkesinden söz eder.
Arkelog Harold Wilkins de Hindistan’ın kuzeyindeki gizli bir ülkeden söz eder. Wilkins şöyle diyor: “Moğol efsanelerinden birisine göre bu tüneller, Afganistan içlerinde bir yerde, ya da Hindu Kuş yöresinde bulunan ve tufan öncesi neslinden gelen yer altı dünyasına uzanırlar. Burasının adı da Agartadır.”
Batıda Agarta adından ilk kez söz eden kişi, Marki Saint-Yves d’Alveydre oldu. Öğrendiği bilgileri “Hint Misyonu” adlı bir kitapta topladı. Sonra pişmanlık duyarak bu kitabı yok ettiyse de kitabın bir kopyası asıl adı Gerard Encausse olan Papus adında bir gizemcinin eline geçti.
Böylece 1910 yılında kitabın ikinci baskısı yapıldı. Daha sonra bu gizemli yer altı ülkesinden teozofinin kurucusu Helena Petrovna Blavatsky “Gizli Öğreti” ve “Açıklanmamış İsis” adlı kitaplarında söz etti.
Bu konuda en güvenilir kaynak Olarak Polonyalı bilim adamı Ferdinand Ossendowski gösteriliyor. Topladığı bilgileri “Hayvanlar, İnsanlar ve Tanrılar” adlı kitabında toplayan bu kişinin anlattığına göre, binlerce yıl önce, kutsal bir kişi tüm kabilesiyle birlikte, uçsuz bucaksız bir mağaraya girerek orada bir yer altı krallığı kurdu. Agarta adı verilen bu krallık kaybolmuş tüm eski çağ bilgilerine sahipti.
Bu krallığın başındaki bilge kişi, tüm doğa güçlerini biliyor, tüm insanların ruhlarını ve geleceklerini görebiliyordu. Dünyanın Kralı’nın tahtı insan bedenine enkarne olmuş iki milyon üstün ruh ile çevrilidir. Bunlara “ermiş panditalar” denir.
Agarta sözcüğünün, Sanskritçede “ele geçirilmez”, ya da “ulaşılamaz, anarşiden uzak” anlamına geldiği biliniyor. Bir kısım gizemciler “argha” ( uzun gemi) sözcüğünden türetilen, bu isime “geminin yer altı gövdesi” gibi bir anlam yüklüyorlar.
Agarta’nın dünya üzerinde bilinen altı giriş yeri olduğu söyleniyor. Himalaya Dağları’nda, Gobi Çölü’nde, Fransa’nın kuzeyindeki Mont St. Michel’de, Fransanın Bretagne yöresindeki Broceliande Ormanı’nda, İngiltere’deki Stonehenge megalitlerinde ve Gize’deki Sfenks’in ayakları arasında.
Bir başka kaynağa göre ise Agarta’nın yeryüzüne açılan 14 kapısı bulunmaktadır. Bu kapıların yerleri ise şöyledir:
- Oilbirds Mağaraları, Ekvador
- Gobi Çölü, Moğolistan
- Keops Piramidi, Mısır
- Iguasu Şelaleleri, Arjantin
- Kunlun Dağları, Çin
- Mammoth Mağarası, Amerika
- Manaus, Brezilya
- Mato Grosso, Brezilya
- Epomeo Dağı, İtalya
- Shasta Dağı, Amerika
- Rama, Hindistan
- Benares, Hindistan
- Kuzey Kutbu
- Güney Kutbu
Bir kısım araştırmacılara göre ( Hun, Göktürk ve Uygur devletleri gibi ) bazı Orta Asya Türk toplulukları da Agarta ülkesi ile ilişki içerisindeydi.
Büyük Tufan öncesi çok gelişmiş “Mu” medeniyetinin insanlığın bugün geldiği teknolojik düzeyin üzerinde bir bilgiye ulaştığı iddia edilmektedir. Öyle ki ruhsal enerjinin çözümlendiği ve günlük yaşama dâhil edildiği madde-ruh ilişkilerinin ortaya konduğu ve bugün metafizik dediğimiz olayların bilim alanına dâhil edildiği anlatılır.
Büyük Tufan’ın belirtileri başlayınca en seçkin bilge yöneticiler Moğolistan’da daha önce tespit edilmiş doğal mağaraları kendi gereksinimlerine cevap verebilecek düzenlemelerle yerleşim alanlarına cevirdiler. 20 milyon kadar bir nüfus bu mağaralara nakledildi. Bugün de Amerika Devleti’nin kendisi için böyle bir önlem aldığı bilinmektedir.
Saint-Yves D’Alveydre, “Hint Misyonu” adlı eserinde Agarta’nın yönetim ve hiyerarşi yapısından şöyle söz ediyor; ” Agarta’nın merkezi organizasyonunda, aşağıdan yukarıya doğru ‘Dwijalar’ (iki defa doğanlar) ve ‘yogiler’ ( Tanrı’da birleşmiş olanlar) yer alır.
Bunların üzerinde 5000 Pandita ( bilginler) yer alır. Hiyerarşinin altından üstüne doğru her dairesinde yönetici sayısı azalır. Böylece Dünya’nın Güneş çevresindeki dönüş sürecine karşılık gelen 365 Bagwanda’nın (Yüce Meclis), oluşturduğu daire gelir.
Sonraki daire Agarta’nın merkezine en yakın olan dairedir. Burası “Yüksek İnisiyasyonu” temsil eden 12 üyeden oluşur. Bunlarında üzerinde Mahinga, Mahitma ve Brahitma yer alır. Mahinga evrenin tüm maddi 3 boyutlu fizik âlemin organizasyonunu temsil eder. Mahitma, evrensel can temsilcisidir. 4. Boyut ile 3. Boyut arasında separatör ve medyatördür. Spatyom (Ahret) işlevini yapar. Agarta’nın en yüksek lideri olan Brahitma ise, 4. Boyutta Tanrı zihninde ruhların dayanağıdır.
Agarta, dünya insanlığının tekâmülünde sorumluluk sahibidir. İlahi Hiyerarşi’ye hizmet eder. Dünyanın Efendisi ve “Kutup” olarak ifade edilen ve “Brahatma” veya “Brahitma” adıyla belirtilen Agarta’nın lideri, Dünya’yı sevk ve idare eden İlahi Hiyerarşi’nin fizik âlemdeki temsilcisidir.
Agarta’nın başkenti “Shambhala” (Şambala), “Dünyanın Kalbi”, “Yüce Ülke”, “Bilgeler Ülkesi” gibi çeşitli adlarla belirtilir. Agarta, teozofik ve ezoterik kaynaklara göre, önceki devrenin sonlarına doğru Mu ve Atlantis’ten göç eden bilim-rahipleri tarafından kurulmuş bir organizasyondur.
Agarta’nın hâkimi, “Dünyanın Kralı” rütbesini taşır ve iki yardımcısı vardır. Bunlara da “Rahip Kral” adı verilir. Sembollerinden biri bugün günümüzde hala Hint ve Tibet tapınaklarını süsleyen gamalı haçtır. Bu sembol “Mu” ‘dan kaynaklanana ve Güneşi ifade eden kadim bir sembol. Dünyanın en eski sembollerinden biri sayılıyor. Bu haç, yaradılışın dört kuvvetini ve dört büyük enerjiyi sembolize eder. Zamanla “yönü çevrilerek” II. Dünya savaşında Nazilerin kullandıkları gamalı haç haline gelecektir.
Agarta inanışı 2. Dünya Savaşı yıllarında Adolf Hitler tarafından da ilgi görmüş ve araştırılmıştı. Hitler’in de Agarta’ya inandığı ve dünyaya hâkim olabilmek için Thule adında bir tarikat vasıtasıyla pek çok araştırma yaptırdığı ileri sürülür. İddiaya göre savaşın sonuna doğru Nazi karargahı yıkıntıları arasında 12 Tibetli rahip cesedinin bulunması da Hitler’in Agarta ile bağlantısını güçlendirmiştir.
Roket sisteminin ve birçok teknolojik gelişmenin 2. Dünya savaşı ve Hitler döneminde geliştirildiğini unutmayalım. Uçan dairelerinde bu dönemde çok sık görülmesi, bu araçların Agarta uygarlığına ait olabileceği düşüncesini getirmiştir. Bu çevreler Hitler’in ABD Başkanı Roosvelt’in 1945’de öleceğini ve geleceği bilme yeteneğini buna bağlanmaktadır
M.S. 300’lü yıllarda ölen Çinli General Çou Çou’nun mezarında 1956 yılında bulunan kemerin tokası, yüzde 85 oranında alüminyumdan yapılmış. Ama doğada sadece bileşik olarak bulunan alimünyumun diğer maddelerden ayrıştırılarak tek bir madde olarak kullanılabilmesi ilk kez 19. yüzyılda mümkün olmuştur.
Alman arkeolog Wilhelm Konig tarafından 1938’de Irak‘ın başkenti Bağdat‘ın yakınlarında bulunan 2 bin yıllık pil, bilim adamlarını şaşkına çevirdi. Konig, 13 santimetre boyundaki toprak bir kabın içine monte edilmiş bir bakır silindir, onun etrafındaki demir çubuk ve testinin ağzını kapatan asfalttan oluşan bu nesneyi “dünyanın en eski pili” olarak tanımladı. Pilin 2 volt enerji üretebileceği saptanırken, 1800’lü yıllarda modern pili icat eden Alessandro Volta adlı İtalyan kontunun da şöhretine gölge düşmüş oldu.
Agarta kendini niçin gizliyor? Çünkü onların akıl almaz bilimleri, kötülüğe, Tanrı tanımazlığa ve anarşinin genel yönetimine karşı uzak durmaya çalışıyor.
İnsanlık oldum olası varolduğundan kuşkulandığı bir gizem peşindedir. Bunun için gizli dernekler ve tarikatlar oluşmuştur. Herkes bir gizemin peşindedir ve onu bulmayı umut eder. Bu bazen Batı kültüründe olduğu gibi yer altı dünyası Hades’tir, bazen Avalon Ülkesi’dir. Ve bazen de Temple Şövalyelerinin sırrı veya onların kaybolan altınlarıdır.
Geçmişini tam olarak bilemediğimiz eski medeniyetler, hayal gücümüzü besledikçe bizler varolmaya ve yaratmaya devam edeceğiz ve “Gizli Düzgün Taşı Bulmak İçin Yeraltını Araştıracağız.” Ancak teknolojileri hakkında hiçbir fikre sahip olmadığımız bir uygarlığın, bizim teknolojimizi yakından takip ediyor olmasını düşünmek bile insanı ürpertiyor.
Bu sunumu Yunus Emre’nin bir şiiriyle bitirmek istiyorum.
BİR DAĞ İÇİNDE
Adım adım izleri
Bu âlemden içeri
On sekiz bin âlemi
Gördüm bir dağ içinde
Yetmiş bin hicap geçtim
Gizli perdeler açtım
Ben dost ile birleştim
Buldum bir dağ içinde
Gökler gibi gürledim
Yerler gibi inledim
Çaylar gibi çağladım
Aktım bir dağ içinde
Bir döşek döşemişler
Nur ile bezemişler
Dedim bu kimin ola
Sordum bir dağ içinde
Deprenmedim yerimden
Ayrılmadım pirimden
Aşktan bir kadeh aldım
İçtim bir dağ içinde
Yunus eydür gezerim
Dost iledir bazarım
Ol Allah’ın didarın
Gördüm bir dağ içinde
Yunus EMRE