Apokaliptik Metinlerde Kutsal Taş Sembolizması
Apokaliptik metinler, eski ve orijinal anlamıyla hakikati söyledikleri ve bir sırrı aydınlatarak görülmeye sundukları iddiasında olan metinlerdir.
Bu çalışmada ezoterik öğretilerde işlenen temalardan birinin; önceleri göktaşı olan, sonra cennet taşına ve en sonunda da mabede dönüşerek varlığını günümüze kadar sürdüren kutsal taş temasının kökeni ve gelişim süreci, konuya ilişkin efsaneler ve semitik dinlere ait apokaliptik metinlerden derlenen bilgiler ışığında incelenecektir.
Ezoterik öğretide işlenen temaların kökeninin çok eski zamanlara kadar uzandığı bilinir.
Bu temalar, genellikle yaratılış itibariyle kutsal görülen veya kullanım sonucu kutsal bir değer kazanan bir takım unsurların efsaneler aracılığıyla kuşaklar boyu aktarılmasının bir sonucu olarak, insanların ortak hafızasında kendilerine önemli bir yer edinmişlerdir.
Birbirinden farklı coğrafyalarda yaşamış farklı uygarlıkların efsanelerinde benzer temaların bulunması ve hepsinde de aynı sembollere aynı değerlerin yüklenmesi; insan zihninin tek bir kaynaktan, evrensel bir şuuraltından ilham aldığını gösterir. Jung bunu kollektif bilinçaltı olarak tarif etmektedir.
Efsanelerin aktarım sürecinde çeşitli değişiklikler ve anlam kaymaları geçirmeleri, bu efsanelere konu olan motiflerin de çağlar boyu yeni anlamlarla zenginleşmesine yol açmış; sonuçta farklı bilinç seviyelerinde algılanabilecek farklı anlamlar kazanmışlardır.
Dolayısıyla bu süreçten geçerek günümüze kadar gelen bir temanın, gerçek anlamı dışında pek çok ezoterik anlamı olduğu söylenebilir; bu anlamlar kuşaktan kuşağa yayılarak insanların bilinçaltına yerleşmiştir.
Taşın Arketipleri – Yaratılış Efsaneleri
Taş teması her zaman gökyüzü ile ilişkilendirilmiş ve yaratılışın kaynağı olduğuna inanılmıştır, çok sayıda mitte ilk insanların taşlardan türedikleri söylenir.
Eski insanlar gökyüzünü taştan bir kubbe olarak düşünmüşlerdir. Bu inanışın kaynağı göktaşlarıdır; çünkü göktaşları yukarıdan geldikleri için göksel kutsallığa aittirler ve kubbe sembolizmasının ardında işte bu taştan gökyüzü simgeciliği yatar.
Bu nedenle gökyüzünden gelen ve tanrının ilk halinin tezahürü olduklarına inandıkları bu gizemli nesnelere kutsal bir değer yüklemişlerdir.
Klasik yazarların çoğu bir zamanlar Troya kentinde bulunan Pallas-Athena heykelinin gökten düştüğünü belirtir; toplum üzerinde koruyucu bir nesne olan, yüceltilen anlamına gelen palladium sözcüğü de buradan türemiştir.
Dünyanın yedi harikasından biri olan Efes’teki Artemis tapınağında da gökten düşen bir taş ya da heykel olduğu söylenir.
Avusturalya yerlileri günümüzde hala gök kubbenin kaya kristalinden ya da gök tanrının tahtının kuvarstan yapılmış olduğuna inanırlar.
Öte yandan göksel tahttan kopup geldiği düşünülen kaya kristalleri Avustralyalılarda, Malakka Negritolarında, Kuzey Amerika’da ve başka yerlerde şamancı erginlenme törenlerinde özel bir rol oynar.
Antik pers efsanelerinde gökyüzünün dünyanın yaratılan ilk parçası olduğuna inanılır ve kaya kristallerinden yapılmış içi boş yuvarlak bir kabuk olarak tasvir edilir, yıldızlar bu kubbedeki deliklerdir. Gökyüzünün yaratılışını yeryüzü ve suların yaratılışı takip etmiştir.
Taş motifinin kökenlerine ilişkin anlatılara birçok efsanede rastlayabiliriz; ancak taşın arketiplerine ilişkin tespitleri bu efsaneler çerçevesinden aktarmak, başlı başına ayrı bir araştırma konusu olacak kadar geniş bir çalışmadır.
Bu nedenle araştırma alanımızı yalnız yaratılışa dair efsaneler ve apokaliptik metinler çerçevesinde bırakacağız. Her şeyden önce taş motifi toprak elementi ile ilişkili olduğundan, taş motifinin kökenine dair ilk ipucunu toprağın, yani yeryüzünün yaratılışına dair efsanelerde aramalıyız.
Evrenin yaratılışı hemen hemen tüm eski metinlerde aynı şekilde anlatılır: Başlangıçta ilksel su her yeri kaplamaktadır ve ilksel toprak bu suların arasından yükselir.
Bu toprak bildiğimiz toprak değildir; Sümer yaratılış efsanesinde suların arasından çıkan, gök ile yerin birliğinden oluşan kozmik bir dağ;
Mısır yaratılış efsanelerinde ise okyanusların arasından yükselen kutsal bir adadır.
Japon yaratılış efsanesi zamanın başlangıcında yeryüzünü kaplayan bir çamur denizinden bahseder, Japon adaları tanrı Izaganinin bu denizin dibinden çıkardığı topraktan oluşmuştur.
Bu efsanelerden toprak ve su elementinin yaratılışa neden olan iki temel faktör olduğu sonucunu çıkarmaktayız; bu kozmik birleşimden ise yer ile gökyüzünün birliğini sembolize eden kozmik bir dağ meydana gelmiştir.
Ezoterik öğretilerde taş, toprak ve su elementlerinin kozmik birleşiminden meydana gelmiştir. Burada sembolik olarak toprak dişi, yani pasif ilke; su ise eril, yani aktif ilkedir. Yani dualite kavramı taşın oluşumunda belirgindir, bu ikili yapıya bir de hem toprağın hem de suyun içerisinde bulunan gizli ateş eklenirse taş üçlü bir yapıya sahip olur.
Efsanelerin geçirdiği evrim sürecinde Kutsal Dağ motifi zamanla kutsal kayaya, sonra da kutsal taşa dönüşmüştür. O zaman araştırmamıza başlangıç noktası olarak bu kutsal dağ motifini taşın ilk arketipi olarak değerlendirebiliriz.
Taş Temasının Oluşum Süreci: Kutsal Dağ, Kutsal Kaya
Büyük dağlar, tüm kültürlerin dini inanışlarında önemli bir yer tutarlar. Zirveleri gökleri deler gibi yükselen, başları bulutlar içinde kaybolan bu dağlar, hemen hemen bütün toplumlarca sanki Tanrı ile konuşur ve ilgi kurar gibi görülmüşlerdir.
Babillerin zigguratlar, Azteklerin teokalliler ve Mısırlıların piramitler inşa etmeleri hep kutsal dağ simgeciliğinin ürünüdür.
Gökyüzü- yeryüzü benzeşimi bütün Babil yapılarında bulunur, zira zigguratlar dünyanın imgesi olarak inşa edilmişti ve kozmik dağı simgeliyordu, yani simgesel anlamda dünyanın kendisiydi.
Dombart’ın incelemeleri, zigguratların maddi model olarak kutsal dağı alan yapay dağlar olduğunu kesinlikle kanıtlamıştır. Babil kozmolojisinde Kutsal dağ; evrenin yaratıcısının üzerinde hüküm sürdüğü bir taht, gök ile yeryüzünün bağıdır.
Buradan hareketle Kozmik dağın tapınakla özdeş olduğunu söyleyebiliriz, ancak bu tapınak bambaşka bir mekâna aittir, sınırları ve boyutları sonsuzdur ve tek gerçek mekândır. Reichel de ilk Helenler ile Yunanlıların dağa, kayaya, taşa verdikleri önemin benzer fikirlerle açıklandığını göstermiştir.
Türklerin dağ motifine ilişkin anlatıları da çok zengindir. Orta Asya Türkleri yüce dağları kutsal görmektedir; Kuzey Altay yaratılış efsanelerinde dünya yaratılmadan önce küçük bir tepe olduğu, bu tepenin büyüyerek yerle göğü birleştiren bir dağa dönüştüğü anlatılır, bu dağa Demir Kazık derler.
Altay destanlarında Altın Dağ denilen efsanevi bir dağdan da bahsedilir; som altından yapılmış göksel bir dağdır; gök kubbe altındadır fakat tabanı ve etekleri yeryüzüne inmez. Bay-Ülgen yeryüzünü yaratırken bu dağda oturmuştur.
Doğu Sibirya’da bu motif değişir; Soyotlara göre bu dağ taştandır; insanlar dağın taşından korkmasınlar diye tanrı bir hava tabakasıyla örter ve onu bir daha gören olmaz. Bu efsane, dağ motifinin taş motifine dönüşümünü göstermesi açısından önemlidir, zira dağların özleri kayalardır, örneğin Kut Dağı kutsal bir kayadır.
İslam kültüründe en önemli mitologya dağı Kaf Dağı’dır, düz olduğu kabul edilen ve dünyayı çevreleyen bu dağın varlığına pek çok kaynakta rastlamaktayız. Taberi Kaf Dağı’nın çok karanlık olduğunu, onu aşmak için dört günlük bir yürüyüş gerektiğini belirtir.
Bu dağın yeşil zümrütten olduğunu, göğün yeşil ve maviliğinin bunun yansımasından geldiği ileri sürülmüştür. Dağın doruğunda bir kırmızı sülfür madeni bulunur, geceleri parıldar, gündüzleri duman çıkartır; ısısı öyle yüksektir ki demiri eritebilir.
İslam inanışına göre Kaf Dağının ötesinde Ye’cüc ve Me’cüc denilen efsanevi yaratıklar yaşamaktadır, İskender bir set yaptırarak onları bu dağın ardına hapsetmiştir.
Bir rivayete göre İskender kölesini dağın tepesine yolladığında ona benzeyen bir başka köle çıkmış ve bu böylece sürüp gitmiştir, kendisi çıktığında öte yandan başka bir İskender çıkmıştır.
Kaf Dağının yakınında zulmet denilen karanlık bir bölge vardı ve burada Ab-ı hayat bulunuyordu.
SEMİTİK DİNLERDE KUTSAL TAŞ
Ortadoğu’nun semitik kültürleri tapınma yerlerini işaretlemek için nadir taşlar kullanma geleneğine sahiplerdi, bu olgu Kuran olduğu kadar Tevrat’da da yansıtılmıştır.
Antik dönemlerde sami halklarınca tapınılan kutsal taşlara Beth-el denilmektedir, bu taşların kaynağı meteorlardı.
Beth-el, sonsuz yaşama sahip olduğu iddia edilen kutsal bir taşı belirten semitik bir kelimedir ve Aramice Beth-el “Tanrının Evi” anlamına gelmektedir, bu tanım Müslümanlarca beytullah şeklinde Kâbe’yi (gerçekte Hacer’ül Esved’i) tanımlamak için kullanılmaktadır.
Tevratta da bu isime rastlamaktayız. Kadim kaynaklara göre bu tapınma objeleri tanrılara adanmış olan veya bizzat tanrıların kendi sembolleri olarak saygı gösterilen meteorlardı.
Bethel taşlarından en ünlüsü Heliogabalus denilen kutsal bir taştı, bu isim Aramice Ilāh hag-Gabal (Arapça el-İlah‘ül Cebel) kelimelerinden türetilmiştir ve “dağın tanrısı” anlamına gelir.
Heliogabalus aslında Emessa (Hums) şehrinin koruyucu tanrısı olan siyah konik formlu bir meteordu ve Humslulara göre Tanrının tezahürüydü.
Romalılar zamanında da bu taş kutsal olarak kabul edilmiş ve tapılmıştır, hatta Roma’da Palatin Tepesinin doğu yamacına Elagabalium denilen bir tapınak inşa edilmişti ve Emesa (Humus) Tapınağının kutsal taşına ev sahipliği yapıyordu. Heliogabalus kültüne bağlı olduğu bilinen ve bu isimle anılan Suriye asıllı bir Roma imparatoru da vardır.
Suriyeli Herodianus’un bu taş hakkında şöyle yazıyor: “ Cennetten gönderildiği düşünülerek bu taşa tapılıyordu. Üzerinde dikkat çeken küçük çıkıntılı parçacıklar ve işaretler bulunuyordu ki insanlar bunların güneşin kaba bir sureti olduğuna inanmak istiyorlardı, çünkü onların gördükleri böyleydi…” (Herodian, Roman HistoryV.5)
Yahudi Kaynaklarında Kutsal Taş
Kutsal Dağ ve Kutsal taş motiflerine apokaliptik metinlerde de sıkça rastlamaktayız. Tevrat’ta kutsal dağ motifi sıklıkla tekrarlanan bir temadır ve birçok yerde bu dağdan Rabb’in Dağı veya Tanrı’nın yaşadığı yer olarak bahsedilir. Tanrı, peygamberlerine kutsal bir dağdan seslenir ve ateşler içinde bu dağa inerek onlara görünür.
Rab, Musa’ya yine şöyle dedi: Dağa, yanıma çık. Sana taş levhalar, onlara öğretmek için yazdığım yasa ve emirleri vereceğim. Musa ve hizmetkârı Yeşu kalkıp, Rabbin dağına çıktılar.
O vakit bir bulut dağı örttü ve altı gün boyunca dağın üstünde kaldı. Yedinci gün Rabbin görkemi bulutun içinden Musa’yı çağırdı. Musa bulutun içine girip kırk gün kırk gece dağda kaldı. (Çık. 24:12-18)
Tanrı Sina Dağı’nda Musa’yla konuşmasını bitirince, üzerine eliyle antlaşma koşullarını yazdığı iki taş levhayı ona verdi. (Çık.31: 18)
Yukarıdaki alıntılarda kutsal dağ motifi ile taş levhalar arasında önemli bir ilişki göze çarpar ve dağ motifinin taş motifine dönüşümünü göstermesi bakımından önemlidir. Tevrat’ta çıkış bölümünde anlatılan hikâyede Tanrı’nın kutsal mekânı Horev, yani Sina Dağıdır.
Ben Horev Dağı’nda bir kayanın üzerinde, senin önünde duracağım. Kayaya vuracaksın, halk içsin diye su fışkıracak.” Musa İsrail ileri gelenlerinin önünde denileni yaptı. Çık.17: 6
İlk başta Rabb’in Dağı Musa’yla konuştuğu Horev’deyken, daha sonra Kudüs’teki Tapınak Dağı’na taşınır; aslında bu, Yahudi inancında kutsal dağları model alarak tapınaklar yapma geleneğinin başlamasıdır.
Tapınak Dağı, İsrailoğullarının ilk tapınağının kurulduğu ve taş levhaların muhafaza edildiği bir tepedir ve bu örnekte kutsallık, taş levhalar aracılığıyla dağ motifinden tapınağa geçirilmiştir.
Siyon’a dönecek ve Yeruşalim’de oturacağım. Yeruşalim’e Sadık Kent; Her Şeye Egemen RAB’bin dağına da Kutsal Dağ denecek. Zek.8:3
RAB’bin Tapınağı’nın kurulduğu dağ, Son günlerde dağların en yücesi, Tepelerin en yükseği olacak. Halklar oraya akın edecek. Mik.4: 1
Tevrat’ın yaratılış bölümünde Yakub’un yeryüzüne bir merdiven dikildiğini ve başının göklere eriştiğini gördüğü düşünün devamında bir adak taşından bahsedilir:
Ertesi sabah erkenden kalkıp başının altına koyduğu taşı anıt olarak dikti, üzerine zeytinyağı döktü. Sonra bir adak adayarak şöyle dedi: Anıt olarak diktiğim bu taş Tanrı’nın evi (Beth-el) olacak. Bana vereceğin her şeyin ondalığını sana vereceğim Yar.28:18-22
Yakup Tanrı’nın kendisiyle konuştuğu yere taş bir anıt dikti. Üzerine dökmelik sunu ve zeytinyağı döktü. Yar.35:14
Ayetlerde bahsedilen bu taş, İbrani kralları döneminde Kudüs tapınağında bulunmaktaydı.
İngiltere’de İngiliz hükümdarların taç giyme törenlerinde kullanılan, tahtın altına yerleştirilmiş kumtaşı bloğunun Kudüs’ten getirilen Yakup’un taşı olduğu iddia edilir.
Süleyman Tapınağı’nın Moriah Dağı’nda İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmek istediği taşın üzerinde yapılması, Kâbe’nin Hacer’ül-Evsed’in indirildiği yere inşası, apokaliptik metinlerdeki kutsal dağ, kutsal taş ve tapınak temalarının yakın ilişkisini kanıtlar ve başlangıçtaki kutsal dağ motifi, göklerle yeryüzü arasında bir köprü olan taştan bir mabet haline dönüşür.
Hristiyan Kaynaklarında Kutsal Taş
Hristiyan rivayetlerinde taş motifi apokaliptik nitelik taşımaktadır. Taş sözcüğü önceleri kutsal bir unvandı ve Tanrının temsilcileri olarak rahiplerle krallara verilirdi.
İncil’de İsa’dan“yapıcılar tarafından hiçe sayılan, ama köşenin baş taşı durumuna gelen taş” olarak söz edilir. (Elç.4: 11)
İncilde vahiyler bölümünde 12 değerli taş sayılır ve bu taşlar inancın temeline oturtulur.
Kent surlarının temelleri her tür değerli taşla bezenmişti. Birinci temel taşı yeşim, ikincisi laciverttaşı, üçüncüsü akik, dördüncüsü zümrüt, beşincisi damarlı akik, altıncısı kırmızı akik, yedincisi sarı yakut, sekizincisi beril, dokuzuncusu topaz, onuncusu sarıca zümrüt, onbirincisi gökyakut, onikincisi ametistti. Va.21: 19-20
Başka bir yerde de bu sefer İsa havarilerine şöyle der:
“Kutsal Yazılar’da şu sözleri hiç okumadınız mı? ‘Yapıcıların reddettiği taş, işte köşenin baş taşı oldu. Rabbin işidir bu, gözümüzde harika bir iş!’ Mat.21: 42
İncilde İsa’nın havarisi Simon’a sağlam inancından dolayı Kifas, yani “kaya” (Petrus) ismini verdiği ve ona kilisesini bu taşın üzerine inşa edeceğini söylediği yazar, bu şekilde Simon Petrus’u halefi olarak göstermiş olmaktadır.
İncil’de Petrus’un birinci mektubunda şöyle denir:
İşte, Siyon’a bir taş, Seçkin, değerli bir köşe taşı koyuyorum. O’na iman eden hiç utandırılmayacak. İman eden sizler için bu taş değerlidir. Ama imansızlar için, Yapıcıların reddettiği Köşenin baş taşı, Sürçme taşı ve tökezleme kayası oldu. 1.Pe.2: 6-8
Hristiyan geleneği Petrus’u kilisenin ilk kurucusu ve Hıristiyan topluluğun ilk başpapazı olarak kabul ederler. St. Petrus kilisesi Antakya’da Stauris dağının batısında kayalara oyulmuş bir mağaradan oluşmaktadır ve Hristiyanların en eski mabedidir. Romada’ki St. Petrus Bazilikası da Petrus’un mezarının üzerine inşa edilmiştir ve bu nedenle Katolik dünyasının ruhani merkezidir.
Taş motifi, ortaçağ Avrupa’sında kutsal kâse olarak karşımıza çıkmaktadır. Çoğu söylencede kâsenin, İsa’nın son akşam yemeğinde şarap için kullandığı kupa olduğu açıkça ortaya konulur; İsa bir açıklama yaptıktan sonra şarap mucizevi bir şekilde kana dönüşür.
Öykülerde kâsenin taş gibi görünmesine neden olan bazı belirtiler vardır. Wolfram von Eschenbach’ın Parzival adlı eserinde kabın “lapis exilis” adında bir taştan yapıldığı belirtilmektedir; bu taş başlangıçta Lucifer’in tacındadır ve bunu cennetten kovulduğunda kaybeder. Aynı eserde kâseye ilişkin görülen bir diğer özellik de yaşamı uzatan ve hastalıkları iyileştiren mucizevi bir güce sahip olmasıdır.
Müslüman Kaynaklarında Kutsal Taş
İslam kültüründe kutsal dağ ve kutsal taş motiflerinin İslam öncesi Arap kültüründen kalan eski geleneklerle Ortadoğu inançlarının sentezi sonucu şekillenmiştir.
İslam öncesi Arap kültüründe dağlar, göktaşları ve özel kaya oluşumlarına tıpkı diğer kültürlerde olduğu gibi kutsal tapınma objeleri olarak önem verilmiştir.
Güney Arabistan şehri Ghaiman’ın tanrısı adına kırmızı bir taş, Mekke’nin güneyindeki Tabala şehri yakınında, Al-Abalat’daki Kâbe’de ise beyaz bir taş vardı.
İslam öncesi dönemlerde tapınma kültü genellikle taşlara, dağlara ve özel kaya formasyonlarına veya belirgin özellikli ağaçlara saygı gösterme ile ilişkilendirilmişti.
Bu taşların gökyüzünden geldiklerine inanılıyordu, kutsal kabul edilen taşlara insan şekli verilerek tapınması geleneğinin kökeninde bu inanç vardır.
Müslüman inancında taş motifinin ana merkezinde kutsalların kutsalı olarak kabul edilen Kâ’be ve Kâ’be’nin köşe taşını oluşturan, cennetten geldiğine inanılan Hacer’ül Esved bulunmaktadır.
Kâ’be geniş duvar yapısı yaklaşık küp şeklinde olan taştan bir yapıdır ve Müslümanlar tarafından yalnızca dünyanın değil, tüm evrenin de merkezi olduğuna inanılır.
Alman tarihçi Eduard Glaser’e göre Ka’be ismi güney Arabistan veya Etiyopya kökenli, tapınak anlamına gelen mikrab sözcüğüyle ilişkilidir.
İslam âlimlerine göre Kâ’be dünyadan iki bin yıl önce yaratılmıştır, temeli yedinci dünya katına inmektedir.
Temellerini Cebrail yerin yedi kat altından kanadıyla çıkarmış, melekler çukur doluncaya kadar Lübnan, Zeytin, Sina, Cudi ve Hira dağından kayalar yuvarlamışlardır.
Bundan sonra Tanrı Âdem’e içinde yaşaması için cennetten kırmızı yakuttan bir çadır ile Hacer’ül Evsed denilen beyaz bir yakut göndermiş, böylece Kâ’be yeryüzünün üstüne çıkmıştır.
Yine yorumculara göre yer ve gök yaratılmadan önce Arş su üstündeydi, Tanrı hafif bir rüzgâr göndererek Kâ’be’nin olduğu yerde bir adacık yaratmış, bunun altına yeryüzünü yerleştirerek onu dağlarla sağlamlaştırmıştır.
Kâbe’nin Doğu köşesinde bulunan cennetten indiğine inanılan kara parlak taş olan Hacer’ül Esved 684’te Kâbe’de çıkan bir yangında bu taş sıcaktan çatlayıp 15 parçaya bölünmüştür.
Rivayete göre Kâbe’yi inşa ettikten sonra İbrahim peygambere gökten gelen bir melek bu taşı getirmiştir, taşı Kâbe’nin köşesine yerleştiren ise oğlu İsmail’dir; başka bir kaynağa göre Hacer’ül Esved cennetten düşerek Abu Kubeys Dağının yamaçlarına inmiştir.
Kâbe kutsal dünyanın seküler dünyayla kesiştiği yeri işaretliyordu ve içine gömülü olan Hacer’ül Esved de cennet ve dünyayla bağlantılı bir nesne olarak bu yapıya eklenen bir semboldü.
Bir hadiste Muhammet bin Abdullah’ın Hacer’ül Esved hakkında şöyle dediği belirtilir:
Hacer-ül esved cennetten inmiştir. O sütten daha da beyaz idi. Fakat insanoğlunun hata(günah)ları onu kararttı. (Hadisi Şerif, Sünen-i Tirmizi)
Buhari’nin hadis derlemelerinde de Ömer bin Hattap Hacer’ül Esved’in yanına gelerek öptüğü ve “Şüphesiz biliyorum ki sen sadece bir taşsın ve kimseye ne zarar verebilirsin ne de fayda. Eğer Tanrının elçisini seni öperken görmemiş olsaydım asla seni öpmezdim” dediği nakledilir.
Kâbe ve Hacer’ül Esved’den sonra İslam inancında diğer bir kutsal kaya da Arapların asılı duran taş anlamına gelen “Hacer-ül Muallâk”tır.
İslamî inanışa göre İslam peygamberi Muhammed bin Abdullah Kudüs’teki Tapınak Dağı’ndan göğe yükselirken ayaklarının altındaki kaya parçası da yerinden koparak onunla beraber yükselmeye başlamış, ancak bunu fark eden peygamberin dur işaretiyle bir süre havada asılı kaldıktan sonra tekrar Tapınak Dağı’na inmiştir.
Bu kaya, üzerinde Süleyman Tapınağının kutsal bölmesinin inşa edildiğine inanan Yahudiler tarafından da kutsal kabul edilir ve “Kuruluş Kayası” (Even Ha’Shetiya) olarak isimlendirilir.
Bu kaya kutsallığından dolayı önceleri Müslümanların ibadetlerinde yüzlerini çevirdikleri ilk kıbleleri olmuş, daha sonraları çevresine Kubbet’üs Sahra denilen altın kubbeli bir camii inşa edilerek kutsal bir yapı haline getirilmiştir.
Bu kaya Anlatılan bu efsanede yine kutsal dağ motifi ile bu dağdan koparak yeryüzü ile gökyüzü arasında asılı kalan ve daha sonra tapınak haline dönüştürülen kaya motifi bu kez semitik öğelerle beraber belirgin bir şekilde karşımıza çıkmaktadır.
Ortaçağlarda Araplar ve Yahudiler arasında Kuruluş Kayası’nın yerinden oynayıp havalarda dolaştığı hakkında inanışlar yaygındı.
1496 yılında Kudüs’le alakalı bir kitap yazan Kadı Mucireddin, 11. yüzyılın sonunda bir Kudüslü Arap’ın taşı havalanmış olarak gördüğünü kaydeder.
1641 yılında Kudüs’ü gezen Karait gezgini Samuel ebn Davud taşın sık sık yerinden oynadığını ve hamile kadınlar onu gördüklerinde korkup düşük yaptıklarından insanların etrafına duvarlar yaptıklarını anlatır.
1847 yılında Kudüs’ü ziyaret eden Benyamin Lilienthal isimli bir Yahudi hahamı, Yahudiler arasında Muallak Taşı ile alakalı o dönemlerdeki bir inancı şöyle aktarır:
“Bu taşı Mesih’in geleceği zamanı insanlara bildirmek için bir işaret olarak havada sarkıtmıştır. Taş yere düştüğünde İsrailoğullarının Mesihi gelecek ve İsrailoğulları yeryüzüne hâkim olacaklardır.
Türkler, bu taşın neden havada durduğunu öğrendiklerinde, Mesih’in gelmesinden korkarak taşın altına destekler koymuşlar ve etrafını doldurmuşlardır. Bu şekilde İsrailoğullarının Mesih’inin gelmesini engellemeye çalışmışlardır.”
KUTSAL TAŞIN EZORTERİK ANLAMI
Ezoterik öğretilerde taş, toprak ve su elementlerinin kozmik birleşiminden meydana gelmiştir.
Burada sembolik olarak toprak dişi, yani pasif ilke; su ise eril, yani aktif ilkedir. Yani dualite kavramı taşın oluşumunda belirgindir, bu ikili yapıya bir de hem toprağın hem de suyun içerisinde bulunan gizli ateş eklenirse taş üçlü bir yapıya sahip olur.
Simya öğretisinde bu üçlü yapı tuz, kükürt ve cıvadan oluşmaktadır, bunlara sırasıyla maddenin bedeni, canı ve ruhu da denir. Ortaçağ simyacıları “prima materia” dedikleri evreni yaratan ilk maddeyi gökyüzünden inen kaba bir küp taş olarak tasvir etmişlerdir.
Felsefe taşının özelliklerinden bahsedilirken de bu taşın tüm maddeleri ilk haline indirgeyebilecek özellikte olduğundan söz edilir, bu nedenle yaşamı uzatmanın yanı sıra metallerin transmutasyonuna da ve “ultima materia” denilen ve kusursuz bir küp olarak tanımlanan son maddeyi yaratmada da etkilidir.
Felsefe taşının, diğer taşları değişime uğrattığı gibi, insanoğlunun da tıpkı ham bir taş durumundayken, sistematik bir eğitimle değişime uğrayarak, daha değerli bir taş haline gelebileceğini düşünebiliriz.
Taş birliğe giden yolu gösterir. Bütün şeylerin başlangıcı Birliktir, Birlik bütün çokluğu içerir ve her şey birden çıkar. Birlik olmadan İkilik olamaz; oysa İkilik, Birlik ve onun aynılığının inkârı ile doğar.
Ancak ortaya çıkan gerilim süremez ve üçlük ortaya çıkar; bu da daireyi tamamlar, zıtlıklar barışır ve birlik veya bütünlük yeniden tesis edilir. Çünkü üçlükle çizgi üçgene dönüşür, çizgi üzerinde üçüncü nokta tekrar birinci noktaya bir çizgi gererek Bir’e dönüşü sağlar.
Aynı yapı Hristiyan öğretisindeki baba, oğul ve kutsal ruhtan meydana gelen tanrının üçlü tabiatına karşılık gelmektedir ve bir olarak İsa’nın bedeninde maddeleşmiştir.
İslam inancına göre ise, Hacer’ül Esved dünyanın yaratılmasından önce cennetten gönderilmiştir ve indiği yerde evrenin merkezi olan Kâbe yaratılmıştır, dolayısıyla Hacer’ül Esved İslam inancında prima materiadır ve küp şeklinde bir yapıyı, Kâbe’yi oluşturur. Gerek Kâbe’de ve gerekse diğer kutsal tapınaklarda insanlar bir araya gelir. Bütün bu mekânlar ise birçok taşın bir araya gelmesiyle inşa edilir.
Küp taş bu bakımdan önemlidir. Çünkü ham taş, tekâmüle hazır bir insanı simgelerken, küp taş eğitilmiş, gelişmiş, donanımlı ve işlevsel duruma gelmiş bir insanı simgeler.
Kısaca o, artık benliğine egemen olan hırs ve ihtiraslarının köleliğinden kurtulmayı hedefleyerek, benliğini olumlu duygu ve düşüncelerle yeniden inşa etmeye çalışacaktır. Unutmayalım ki dünyada mevcut taşların en değerlileri, nadir bulunarak seçilip işlenen taşlardır.
FAYDALANILAN KAYNAKLAR :
Braden, Charles Samuel; The Scriptures of Mankind: An Introduction, Chapter 10: The Sacred Literature of the Japanese, s:296, MacMillan Company, New York 1952
Crow, W. B.; Büyünün, Cadılığın ve Okültizmin Tarihi, s: 44-45,197-200, Dharma Yayınları, İstanbul 2006, ISBN 975-7800-82-1
Eliade, Mircea; Demirciler ve Simyacılar, s:19, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2003, ISBN 975-8240-85-4
Eliade, Mircea; Babil Simyası ve Kozmolojisi, s:26-27, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2002, ISBN 975-8240-49-8
Kramer, Samuel Noah; Tarih Sümer’de Başlar, 13. Bölüm: Felsefe- İlk İnsanlık Kozmogonisi ve Kozmolojisi, s:113, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1998, ISBN 975-7942-90-1
Kramer, Samuel Noah; Sümer Mitolojisi, s:120, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1999, ISBN 975-7942-99-3
Ögel, Bahaeddin; Türk Mitolojisi, II. Cilt, 34. Bölüm: Dağlar, s: 423-464, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 2002 ISBN 975-16-0704-3
Elinize emeğinize sağlık. Çok teşekkürler
Teşekkür ederim Yalçın Bey,
Saygılarımla