Geçen gün evdeki arşivimi gözden geçirirken 07.10.1993 tarihinde verdiğim bir konferansın metnine rastladım. O dönemde kısıtlı bir gruba duyurabildiğim sesimi, bugünün teknolojik olanaklarıyla daha geniş bir kitleye ulaştırma düşüncesi bana oldukça çekici geldi.
Yepyeni bir bin yıla girerken yaşanan köklü değişiklikler ve teknolojide yaşanan ivme, dünyamızın çehresini tümüyle değiştirmiş bulunuyor. Değer yargıları ve güç dengeleri alt üst olurken, yaşam üzerine kurulan felsefeler de sürekli değişmekte… Değişmemekte ısrar edenler ise, zamanın törpüsü ile yok edilmektedirler.
Çoğu zaman kendi benliğimizin derinliklerine dalarak, yaşam üzerine düşüncelerimizi yoğunlaştırdığımızda, ardı arkası gelmeyen bir yığın soruya cevap arar ve sonunda da işin içinden çıkamayız. Tıpkı evren ve bu evren içindeki varlığımızın fonksiyonunda olduğu gibi…
Hemen şunu belirteyim ki, ben bu yazımda bu soruna cevap aramak niyetinde değilim. Yalnızca, evren ve varlık kavramları arasında sizleri biraz dolaştırmak istiyorum.
Bundan iki ay önce, bütün bir yılın dünya ile ilgili getirdiği sorunları elimin tersiyle iterek onbeş günlük bir yaz tatiline çıktım. Sessiz ve dingin bir ortamda, gecenin gizemli bir biçimde sardığı doğanın ortasında sandalyemi deniz kıyısına koydum. Denizin dalgalarıyla gelen hafif bir esintiyle düşünce jeneriğimin fon müziğini arka taraftaki dereden gelen kurbağa ve ağaçlardan gelen ağustos böceği sesleri tamamlıyordu.
Gözlerimi gökyüzüne çevirdiğim zaman, sonsuzluğun içinde kendi varlığımı algıladım. Sonsuz bir evren ve ben vardım… Doğanın ben de oluşturduğu beş duyunun sınırları içinde varlığımı duyumsamaktaydım…
Evrenin doğuşu ile ilgili sürekli yeni varsayımlar üretiliyor. Bunlardan biri de hepinizin duyduğu “Big Bang – Büyük Patlama” teorisidir. Evrenin ne zaman ve nasıl oluştuğunu açıklayabilmek için, çağlar boyunca yüzlerce görüş ve teori öne sürülmüştür. Fakat hiç biri “sonsuz” sözü ile kısmen anlatılan bu olağanüstü oluşumu açıklamaya yeterli değildir.
Bugün bilim adamlarının “Görülebilir Evren” diye tanımladıkları evren, bizim kısıtlı araç ve gereçlerle izleyebildiğimiz evrenin çok sınırlı ve küçük bir bölgesidir.
İsa’dan 800 yıl önce yazılan, Hint metinleri “Upanişadlar” da, evren’in yaradılışı şöyle anlatılmıştır; “ Başlangıçta bir tek varlık olan Brahman vardı. Bir güneş gibiydi. Zamansızlık içinde tek varlık o idi. Başka bir varlık yoktu. O bir kozmik tohum halindeydi.” Bu satırlar sanki evrenin doğuşunu değil de, bir insanın doğuşunu anlatır gibi.
İnsanoğlu da ana rahmine patlamaya benzer biçimde bir tohum olarak düşmekte ve giderek büyümekte, doğum olayı ile dış dünyaya açılmakta, tek bir beden içinde milyarlarca canlı hücreye bir bakıma evren modeli oluşturmaktadır. Yeteri kadar genişleyip büyüdükten sonra, çökmeye büzülmeye başlayan insan bedeni ölüm olayı ile yok olmakta ve yeni bir değişim sürecine girmektedir.
Günümüzden yaklaşık 2500 yıl önce Yunanlı ünlü düşünür, Heraklitos, varoluş için şunları anlatmaktaydı ; “Evrenin ilk maddesi ateştir. Var olan her şey ondan gelmiştir ve ona dönmek ister. Her varlık değişmiş ateştir. Karşılık olarak her varlık da ateş durumuna gelebilir.”
Burada “ateş” kelimesini geniş anlamda yorumlayarak “enerji” yi düşünelim. Gerçekten de, 20. Yüzyılın yetiştirdiği en büyük dehalardan biri kabul edilen Einstein’ın “ Enerji = Kütle x ışık hızının karesi “ formülü ile evrende mevcut bulunan her şeyin enerjinin şekil almış bir görüntüsünden başka bir şey olmadığını anlatır. Öyleyse insan dediğimiz varlık, aslında evrende mevcut enerjinin değişik bir versiyonundan başka bir şey değildir diye düşünebiliriz.
Evren basit olarak enerji ve onun türevlerinin bir yansıması ise, insanoğlunun varlığının konumu ve amacı nedir? Tanrı duygusu, insanda doğuştan mı vardır yoksa insan doğduktan sonra mı buna koşullandırılmıştır ?
Bu sorular dünyada iki ayrı düşünce akımının doğmasına yol açmıştır. Tanrı duygusunun insanlarda doğuştan var olduğunu savunanlar “İdealist”, bu duygunun koşullanma sonucu insanlarda sonradan oluştuğunu savunanlar ise, “materyalist” felsefeleri oluşturmuşlardır.
Bu iki felsefe akımının savunucuları kendilerini haklı çıkarabilecek kesin bir açıklama yapabilmek için, yıllarca uğraştıkları halde günümüze kadar, ne materyalistler Tanrının yokluğunu ve yokluk duygusunun insanda doğuştan bulunmadığını kanıtlayabilmişler ve ne de idealistler bu duygunun insanda doğuştan bulunduğunu ve Tanrının varlığının bilimsel açıklamasını yapmak olanağı bulabilmişlerdir.
İnsan denilen zeki varlığın, bugün oluşturduğu teknolojiye baktığımızda, materyalistlerin bir rastlantı sonucu oluştuğunu savundukları insanın, bütün yapıtlarını, rastlantılara yer vermeden, düşünerek ve çalışarak ortaya koyduğunu ve her geçen zaman süresinde, teknolojisi ile birlikte kendisini de geliştirdiğini görmekteyiz.
Yirmi bin yıl önce mağaralarda ilkel bir hayat yaşadığı düşünülen varlığı, bugünkü durumuyla karşılaştırırsak, gelişimindeki muhteşem farkı çarpıcı biçimde görürüz.
Birçok hayvan türünden sonra meydana çıktığına inanılan insanoğlunun, bu ileriye fırlayışının bir nedeni olmalıdır. İnsanın ilerleyişinin yalnızca rastlantı ile değil de, henüz anlamakta zorlandığımız bir amaç uğruna yüce bir varlık tarafından yönlendirildiğini sezmemek mümkün değildir.
İnsanoğlu bilimde geometrik bir ivmeyle dünün hayallerini günlük yaşama geçirmeye devam ediyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin Stanford Üniversitesi profsörlerinden Karl Pribram, insan beyninin nörofizyolojik verileriyle, teorik fiziğin birleşik alan teorisini birleştirerek, olağanüstü sonuçlara ulaşmış bulunuyor.
Otuz yıl boyunca hayvan beyinleri üzerinde çalıştıktan sonra görüyor ki, beynin bazı parçaları kesilip alınsa da, bellek devam ediyor. Yani bellek dediğimiz şey, beynin belli bir bölümünde kümelenmiş değil. Her hücrenin içinde bütün olarak bulunmakta…
Profesör Pribram, lazer ışınlarıyla üretilen ve hologram denilen üç boyutlu görüntülerde olduğu gibi, insan beyninin de evreni kendi kendine oluşturabileceği kuşkusuna kapılmış. İnsan beyninin her şeyi biyoelektrik frekanslar şeklinde algıladığını ispatladıktan sonra, kendimiz dâhil her şeyin bir yanılgı, bir varsayım, bir rüyadan ve hayalden başka bir şey olmadığı konusunda ciddi kuşkulara kapılmış.
Bu durumda rengin kırmızı ya da mavi olması, tahtanın sert olması, elmanın kokusu yalnızca beynimize ulaşan frekanslardan ibaret diyebiliriz.
Eğer beyin bu frekansların tümünü aynı anda bütün hücrelerinde en küçük biriminde bile depolayabiliyorsa onları deşifre eden nedir? Ben de “benden içeri” başka bir şey mi var? Maddeden ayrı bir çözümleyici sistem ve onunla benim aramda bir alış veriş… Daha da önemlisi dışımda algıladığım bütün varlıklar, dünya, evren, her şey benim oluşturduğum bu frekanslardan, yani benim yarattığım bir gerçeklikten mi oluşuyor?
Hatta her seferinde tekrar tekrar ve istediğim zamanda benim değişik olarak yarattığım bir gerçeklik. Yani her şey bir hologramdan mı ibaret?
Öte yandan kuantum fiziği, atom altı parçacıklar düzeyinde bildiğimiz klasik fizik yasalarının işlemediğini, mikro evrende çok başka bir düzenin geçerli olduğunu kanıtlamıştır. Aynı zamanda hem parçacık hem de dalga gibi davranan elektronlar belli bir kitleye, zaman ve mekân içinde belli bir yere sahip değillerdir.
Maddenin bu düzeyde bildiğimiz, algılayabildiğimiz zaman ve mekân kavramları işlemiyor ve anlamını kaybediyor. Makro düzeyde ışık hızına yakın hızlarda ve galaksiler arası uzaklıklarda da bu böyle. 1993 yılının Mart ayında iki Amerikalı, bir İsrailli, bir Avusturyalı, bir Kanadalı ve bir Fransız’dan oluşan ülkeler üstü fizik araştırma grubu çalışmaları sonucu çok çarpıcı sonuçlara ulaşmışlardır.
Hızlandırılmış atomlar, enerjilerinin bir kısmını iki foton birden kaybederek bırakıyorlar. Ortaya çıkan bu fotonların birbirinden bağımsız karakterleri yok ve genel de benzeşiyorlar. EPR çifti diye adlandırılan bu fotonların aralarındaki uzaklık ne olursa olsun birbirleriyle olan bağlantıları değişmiyor. Kuantum fiziği de bunu doğruluyor. İşte bu noktada bilim, algı mekanizmasına meydan okuyor.
Bu ikiz fotonlar arasında milyarlarca kilometre olsa da, birinde yapılan bir işlem diğerine de aynen yansıyor. Eğer bilime biraz romantizm katılacak olursa, bu işlemi biraz daha kolay anlatmak mümkün; kardeşlerin birinin polarizasyonunda bir değişiklik yapılırsa, diğer kardeş de buna dayanamıyor ve tıpkı diğeri gibi yeni biçimini almaya yöneliyor ve polarizasyonunu değiştiriyor. Fotonlar arasında bilgi alış verişi “an” diye adlandırılan ışık hızını aşan bir sürede gerçekleşiyor.
Gerçi bilim adamları ışıktan hızlı hareket eden ve “takyon” denilen parçacıkların varlığını ortaya koymuş bulunuyorlar ancak bu çıkmazdan kurtulmak için, bir foton çiftinin aralarındaki mesafe ne olursa olsun bir tek bütün olarak kabul edilmesinden yanadırlar. Kimse bu açıklamaların kolay kabul edilebilir olduğunu iddia etmiyor. Einstein bile zamanında kendi teorilerinin ortaya çıkardığı bu sonuç için, alaylı bir üslupla; “Bu parçacıklar arasında bir telepati var” demiştir.
Albert Einstein “Evrenin düzenini gördüğümde, mistik bir şaşkınlığa düşüyorum” demişti. Öğrencisi ve asistanı David Bohm ; “Her şey, her şeyin altında yatan bir düzenin, ikinci kademede ortaya çıkan görüntüsünden başka bir şey değildir” görüşündeydi. Astronom James Jeans, evrenin büyük bir makineden çok, büyük bir düşünce olduğu kanısındaydı. Bilim adamı Arthur Eddington da, evrenin yapı taşının düşünce olduğunu savunuyor. Sibernetikçi David Foster, evrenin somut görünümünün, bilinmeyen organize bir kaynağın kozmik verilerinin bir sonucu olduğu görüşünde.
Beynimiz, zamanı ve mekânı aşan bir boyuttan gelen frekansları tercüme ederek somut gerçekliği oluşturuyor. Bildiğimiz düzenin arkasında zaman ve mekân ötesi bir ana düşünce kaynağı var. Bu düzende, geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman aynı anda ve bir arada bulunuyor.
Yani her şey BİR ve TEK. Bu BİR ve TEK olan bütün özellikleri ayrı ayrı varlıklar gibi algılanan bütünün parçalarının her birinde olduğu gibi mevcut, ancak canlı ya da cansız bütünün her parçası, yalnızca kendi düzeyinin, kendi çapının elverdiği kadar gerçekliği algılayıp, anlayıp görebiliyor.
“İdrak-i Meali” dediğimiz bundan başka bir şey değil. Şimdi düşünelim; “En el hak – Ben Yaradanım” diyen Hallac-ı Mansur ve “Kah çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi, kah inerim yeryüzüne seyreder alem beni” diyen Nesimi ile “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” diyen Yunus Emre, bugün dünyanın önde gelen fizikçilerin, astronomların ve beyin cerrahlarının kısaca bilim adamlarının ulaştığı noktaya çok önceden mi varmışlardı?
Ben kendi hesabıma şu sonuca varıyorum; “ Bir insan olarak evrende, bu zamanda ve bu mekânda var olma durumundayım. Kendi eş zamanımdaki diğer varlıklar gibi doğanın ve evrenin bir parçasıyım. Canlı veya cansız dediğimiz tüm varlıkların kaynağı ve varolma amacı BİR ve TEK’tir.
Nasıl kendi bedenimizdeki tüm organlarımızın ve hücrelerimizin düzenli, uyumlu, sağlıklı çalışmasını istiyorsak ve bu da bizim var olmamız için gerekliyse, kendi dışımızdaki dünyada da, sosyal ve doğal çevremizde uyum ve düzen içinde bulunma zorunluluğumuz vardır. Ve gereklidir. Bizler BİR ve TEK olanı oluşturduğumuza göre. BİR ve TEK’in de arzusu bu yöndedir.
Sağlıksız ve düzensiz bir toplumda, sağlıklı bir insan olarak varlığımızı uzun süre devam ettiremeyiz. Canlı cansız tüm varlıkların birbiriyle BİR ve TEK’in parçası olmaları nedeniyle bağlantısı vardır. Çünkü gerçekte hepsi BİR ve TEK’i oluşturan parçalardır. Amerika kıtasında ölen bir sinek bile dolaylı olarak yaşamımızın ve kaderimizin yönünü belirleyebilir. Bunun için bireyler arasındaki sevgi ve dayanışma çok önemlidir. Sevgi yeryüzündeki pozitif enerjiyi çoğaltan olumlu bir düşünce formudur.
İnsanoğlunun dünya üzerinde varlığının bir amacı vardır. Bu amaç düşünce ve davranışlarımızla yüce değerlere vararak kendi varlığımızın enginlerine ulaşmaktır. Ancak bu yolla BİR ve TEK olanla bütünleşme imkânımız var. Kısacası saf ve her türlü negatiflikten arınmış bir düşünce enerjisi haline gelmeliyiz.
Topluma yön verme iddiasında olanlar, evrensel değerlere saygı duydukları ölçüde toplumlarını geliştirebilir onları yönlendirebilirler. Evrensel değerlerin başında ise, hiç kuşkusuz, sevgi, hoşgörü, itidal ve basiret gelir.
Dünyada yaşama hakkını elde etmiş her fani ( gelip geçici) insanın kendi konumunu tekrar gözden geçirmesini Yunus’un deyişi ile “Kendini bilmesini” dilerim. Ben sen isem, sen ben isen bu kavga neden?