Olayların ardışıklığını görüp, algılayarak, aklımızda yarattığımız ve olayların bundan sonra da içinde oluşup gideceğini düşündüğümüz, başı ve sonu olmayan soyut bir kavramdır. Alman filozof Immanuel Kant ( 1724-1804), uzay ve zamanın, bilincimizden bağımsız olarak var olmadığını ileri sürdü.
Uzay ve zamanı algılamamızı sağlayan şey, zihinlerimizin koşullanmışlığıdır. Zaman, izafi bir kavramdır ve ancak bir uzay içinde tanımlanır. Bu nedenle uzay-zaman birlikte kabul edilir. Ayrıca üç boyutlu düşünülen evrende, zaman dördüncü boyut olarak ele alınır.
Uzay – zamanda geçmiş, şimdi ve gelecek aynı anda mevcuttur. Biz onları düşüncelerimizde yaratır ve yaşatırız. Bilincimizdeki evren, yalnızca düşüncemizin bir ürünüdür. Nasıl ki, elektronlar birleşerek maddeyi ortaya çıkarıyorsa, düşüncelerde artarda sıralanarak bilinci oluşturur.
Farkındalık, anlık olaya tanık olmak demektir. Bilinci oluşturan düşünce, durağan değildir. Bilinç; geçmişte oluşan olayların kayıtlarını belli bir sıralamaya sokarak, geleceğe doğru yol alır. «Şimdi» diye düşündüğünüz an, artık «şimdi» değil, geçmiş olmuştur. Nasıl ki İstanbul, Paris ve Londra mevcut olup, ancak aynı yerde mevcut değillerse, geçmiş, şimdiki zaman ve geleceğin de hepsi mevcuttur ama aynı zamanda bulunmamaktadır.
Bu görüşe göre doğduğunuz gün, şu anda bu cümleyi okuduğunuz konum ve gelecekteki ölümünüz gibi olayların tümü eşit derecede gerçek ve aynı düzlemdedir. Bu olaylarda farklı olan dördüncü boyut dediğimiz zaman boyutudur.
Biz, doğum tarihimizi biliyoruz. Şu anda nerede olduğumuzu da biliyoruz. Fakat ne zaman, nerede ve nasıl öleceğimizi bilmiyoruz. Ancak, gelecekte gerçekleşecek olan ölümümüz, bizi uzay-zamanda bir yerde beklemekte ve yaşam şemamızda mevcut bulunmaktadır. Geleceğe doğru tek yönde bükülerek ilerleyen uzay, atomları ve dolayısıyla maddeyi oluşturarak hareket ettirir. Bu nedenle zaman tek yönde akar.
Zamanın saatlerden ya da öznel zaman deneyimlerimizden öte bir şey olduğunu anlamamız önemlidir. Zaman masamızın üzerindeki bir çalar saatten veya yalnızca zihnimizdeki bir kavramdan ibaret değildir. Kitlesi olan her cisim, uzayı büker. Bu nedenle eğilen uzayda doğru yoktur. Uzay geometrisi eğriler üzerine kurulmuştur. Ayrıca uzaydaki kitleler büyüklükleriyle orantılı bir kitle çekim gücüne sahiptirler.
Gezenler uzay zamanda hareket ederken, kitlelerinin büyüklüğü ile uzay zamanı büker. Kendi içine çökmüş çok büyük kitleler, uzayda kara delikler meydana getirir. Bu kitlelerde Bir kaşık maddenin ağırlığı, dünyamızın ağırlığından fazla olabilir. Kara delikler tüm maddeyi kendilerine çekerler. Işık bile kara delikten kurtulamaz.
Solucan deliği veya kurt deliği uzay-zamanın iki ayrı noktasını birleştiren bir tüneldir. Uzay-zamanı bir lastik levha gibi düşünürsek, kütlesi çok büyük bir nesnenin uzay-zamanda uzun bir boğaz yaratarak, milyonlarca yıl sürecek bir yolculuğu başka bir uzay-zaman parçasına bağlayabileceğini düşünebiliriz.
Einstein, evrende ivmeli hareket eden hiçbir nesnenin ışık hızına ulaşamayacağını söyler ve bu durumu şöyle özetler; “Görelilik kuramına uygun olarak kütlesi bulunan bir maddenin hızı, ışık hızına yaklaştıkça, kütle de sonsuza yaklaşacaktır. Bu yüzden, ivmeyi yaratmak için kullanılan enerji ne kadar büyük olursa olsun, hız her zaman ışık hızından küçük kalacaktır. ”Örnek olarak; yeterli güçte bir uzay gemisi yaptığımızı düşünelim. Işık hızına çok yakın hızlara ulaşmamıza rağmen, hızı arttırmakta ısrar ettiğimiz taktirde, verdiğimiz enerji sürekli olarak kütleye dönüşecektir. Başka bir deyişle kütlesi olan hiçbir şey ışık hızına ulaşamaz.
Zaten ışığı oluşturan taneciklere (fotonlara) baktığımızda kütlesiz olduklarını gözlemleriz. Ayrıca fotonların ışık hızında hareket etmeleri, zamanlarının olmaması anlamına gelir, yani sıfır zamanda hareket ederler. Görelilik (izafiyet) teorisiyle birlikte zamanın göreceli bir kavram olduğu böylece ortaya çıkmış ve yepyeni bir bilimin kapısı aralanmıştır. Işık hızına yaklaştıkça, uzay gemisinin boyu Dünya ölçülerimize göre izafi olarak kısalmaya başlar ve zaman yine Dünya zaman birimine göre yavaşlamaya başlar.
İkizler paradoksunu hatırlayacak olursak; “İkiz kardeşlerden Ahmet Dünya’da kalır, Mehmet ise bir roketle ışık hızının %80 hızıyla Dünyadan 4 ışık yılı uzaktaki Alpha Centauri yıldızına gider. Mehmet’in oraya varışı 5 ışık yılı sürer. Mehmet’in saati Ahmet’in saatine göre %40 daha yavaş ilerler. Bu nedenle Mehmet bu yolculukta sadece 3 yıl yaşlanırken; Ahmet’e göre Mehmet ‘in seyahate çıkışı üzerinden 5 yıl geçmiştir. Mehmet aynı şartlarla Dünyaya döndüğünde 6 yıl yaşlanmıştır, oysa Ahmet 10 yıl yaşlanmıştır. Yani, Mehmet Dünya zamanına göre 4 yıl ileri gitmiştir. İşte paradoks tam bu noktada ortaya çıkar. Mehmet ışık hızının %80’i hızla Alpha Centauri’ye doğru giderken, roketin camından bakıp, aslında Dünyamızın ışık hızının %80 hızıyla gittiğini ve kendisinin sabit durduğunu ileri sürebilir.
Bu paradokstan hareketle aklıma şöyle bir düşünce de geliyor; İzafi olan zaman içinde ve zamana bağlı uzay içinde acaba aslında, doğup ölenin biz değil de zihnimizde oluşturduğumuz evren düşüncesi midir? Yani bu yaşam bir hologramdan mı ibarettir?
Bugün teorik bilgilerimizin sonucu olarak, gerekli hızı elde edebilirsek, zamanda ileriye gidebileceğimizi biliyoruz. Hatta çok küçük ölçülerde de olsa günlük yaşamımızdaki ivmeler bizi zamanda ileriye götürmektedir. Bir eylem için karar verip uyguladığımızda uzay-zaman bizim eylemimiz yönünde oluşmaya başlar. Örnek olarak; Evde mi kalacağız, Okula mı gideceğiz, yoksa sinemaya mı gideceğiz? Eyleme geçtikten sonra uzay-zamanın bize sunduğu her alternatif için, yeni bir karar sürecine gireriz. Böylece uzay-zaman düşünce boyutumuzla devamlı bir koordinasyon içine girer. Anlar, zamanın akışını oluşturur. Zaman izafi olduğuna göre, bizim verdiğimiz kararların da izafi olması gerekir veya farklı bir karar vermiş olma ihtimalimiz düşünüldüğünde, birçok seçenek içinde, uzay-zamanda bir çok paralel evrenlerde yaşıyor ve farklı olaylarla karşılaşıyor olabiliriz. Evrende sonsuz seçenekler içinde, sonsuz paralel dünyalar olabilir. Bu ihtimal, modern bilimin ciddi olarak incelediği ve araştırdığı bir konudur.
Devinen evren genişlemekte ve zaman oku tek bir yönde hareket etmektedir. Biz de zaman oku yönünde uzay-zamanın «gelecek» diye tespit edilen bölgesine doğru ilerlemekteyiz. Bilim adamları birçok varsayımdan hareketle, zamanda geri gidebilmenin yollarını aramakta ve bu yönde teorik varsayımlar üretmektedir. Ancak böyle bir olayın gerçekleşmesi için akıl almaz ölçüde büyük enerjilere gereksinim vardır.
İnsanlık devamlı zamanda seyahat etmenin hayalini kurmuş, bunu gerçekleştirmek için makinalar tasarlamış, bu konu bilim-kurgu edebiyatı ve filmlerinin de konusu olmuştur. Bilinmeyen sırlarla dolu evrenimizin içinde, bizim varlığımızı da oluşturan % 4 oranında normal madde bulunmaktadır.
Genişleyen evrende galaksiler birbirinden hızla uzaklaşmaktadır. Hala tartışılan bir konu, bir gün bu genişleyen evrenin, genişleme periyodunu tamamlayıp, yeniden büzüşmeye başlayıp, başlamayacağıdır. Zaman konusunda elbette yazılacak ve tartışılacak daha bir çok konu var. Bu sunumumuzu Ahmet Hamdi TANPINAR’ın bir şiiriyle bitirelim.
NE İÇİNDEYİM ZAMANIN…
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında.
Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.
Başım sükûtu öğüten
Uçsuz bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.
Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.
Ahmet Hamdi TANPINAR