Farkındalık

YAŞAM TEK BİR VARLIK OLDUĞUMUZU 
FARK ETMEMİZ İÇİN KURGULANMIŞ BİR OYUNDUR.

Geçen akşam koltuğumda rahat bir şekilde oturmuş televizyon izliyor ve televizyonun uzaktan kumanda aletiyle kanallarda geziniyordum.  Haberlerde terör ve insan kıyımları vardı. Diğer kanallarda Televole ve Popstar. Bu programlar nedense bana devekuşunu hatırlatıyor.

Başımızı kuma gömdük mü sorun yok zannediyoruz. Geçmişi düşünüyorum ve özlüyorum. Yaşlanmanın belirtisi belki de geçmişe özlem duymak! Çocukluğum ne güzeldi…  Yalnızca bir pabucum ve bir elbisem vardı. Onlar da birkaç yerden yamalıydı. Biz, az çok iyi durumda olan bir aileydik. Diğer çocukların yırtık elbiselerinden etleri gözükürdü.  Ama yine de her kes mutluydu.

Peki, ben kimdim? Bu dünyaya nereden ve niçin gelmiştim?  Bu dünya ne anlama geliyordu? Çocuk aklımla sık sık düşündüğüm konulardı bunlar. Merak ettiklerimi ara sıra babama soruyordum. O da bana dili döndüğünce dini açıdan bilgiler vermeye çalışıyordu.

 

VARLIK –  YOKLUK

Dün yoktun
Bugün varsın
Evet bugün varsın
Ve “Yaşıyorum“ diyorsun.
Ama bilmelisin ki,
Yarın yine yoksun !..

                                   MSS

Babamdan ve biraz da annemden öğrendiğim ilk bilgiler az çok herkes tarafından biliniyor.  Evren oluşmadan önce bütün ruhlar bir tek varlığın yapısında varmış ve bu döneme “Kalubela“ adı veriliyormuş.

Sonra Tanrı düşünmüş, “ Ben varım ve var olduğumu tek bir ben biliyorum. Ben çok kudretliyim ancak çok kudretli olduğumu tek bir ben biliyorum. Her şey, tek bir varlık üzerine kurulu ve her şey çok monoton. Oysa bana var olmanın zevkini tattıracak,  “Tekbir” getirerek beni anacak bir şeyler olmalı.”

Bunun üzerine Tanrı, “Âdem” denilen yokluk aynasına bakmış.  Bu bakışla aynadan tüm evrene büyük bir patlamayla Tanrının akisleri yayılmış.  Dolayısıyla evrende mevcut her şey aslında,  Tanrının görüntüsünden başka bir şey değilmiş.

Tanrının Âdem denilen yokluk aynasına bakması ve bu aynadan görüntüsünün yansıması evrende ikiliği de doğurmuş. Sıcak-soğuk, iyi-kötü, gece-gündüz gibi her şeyin bir zıt arşıtı meydana gelmiş.

Aslında bir tek beden de bulunan erkek ve dişi de bu şekilde birbirinden ayrılmış ve o günden bu güne birbirini tamamlamaya çalışıyorlarmış. Ancak anneme göre Havva anamız yasaklanan o meyveyi yemeseymiş bugün hepimiz cennette olacakmışız.

Daha sonraki yıllarda okulda öğrendiğim bilgileri ve okuduğum dini ve bilimsel kitapları kafamda birleştirmeye çalıştım. Çok genel bir çerçeve içinde tüm öğrendiklerimi tek bir kapta toplamak bana oldukça ilginç gelmeye başladı.

Öncelikle; canlı cansız her şeyin atomlardan yapıldığını öğrendim. Atomların da basit olarak, proton ve elektronlardan meydana geldiğini ve en basit atomun bünyesinde bir elektron ile bir proton bulunduran hidrojen atomu olduğunu öğrendim.

Demek ki canlı cansız tüm varlıkların yapı taşı aynı tuğlaydı. Bunları değişik biçimde bir raya getirip, değişik şekillerde duvarlar ördüğümüzde ortaya farklı nitelikli ve farklı işlevli yapılar çıkıyordu.

Arada nötron gibi değişik harçlar ve aksesuarlar kullanıldığında da çeşitlilik artıyordu.  Bütün bunlar yok edilemiyor yalnızca birbirine dönüştürülebiliyordu. Yani evrende bir devinim, sürekli bir başkalaşım yaşanıyordu.

Daha iyiye daha mükemmele doğru bir mabet inşa ediliyordu. Malzemenin kaynağı ise aynıydı. Bugün artık insanoğlu atom ağırlığı 80 olan bir cıva atomunu, siklotron denilen çekirdek hızlandırıcısı ile bombalayarak cıva atomunun bir protonunu dışarı çıkarıp,  bu atomu 79 protonlu altına çevirebiliyor.

Evrende her şeyin göreceli olduğunu biliyoruz. Akıp geçen zaman da göreceli…  Bizim için 100 milyon yıllık, algılanması zor bir zaman dilimi, evren için birkaç saniye anlamına gelmekte. Bu da evrenin değişim ve gelişim için çok sabırlı olduğunu gösteriyor. Cansız dediğimiz varlıkların da bu zaman içinde değişime uğradığını anlıyoruz.

Elimizdeki belge ve kanıtlardan insanlık tarihini 4-5 bin yıl öncesine kadar az çok biliyoruz. Peki, 50 bin yıl veya bir milyon yıl önce Dünyamızda hangi medeniyetler vardı?  Burada daha geniş ve ucu açık bazı varsayımlar ortaya çıkıyor.

Eski Mısır; ilginç bir uygarlık.  Sirius gezegeni bu uygarlık tarafından biliniyordu.  Adını Sirius yıldızından alan, Osiris adında bir tanrıları vardı. Oysa Sirius yıldızını, Amerikalı Alvan Clark 1862 yılında keşfetmişti.

Mısırlıların dini inancını incelerken benim en çok ilgimi “ Maat Yasası” dedikleri bir yasa çekti.

Bu inanışa göre Evreni  “Ka” isimli bir ruh dolduruyor ve Maat Yasası uyarınca sürekli evreni gözlüyor ve evrende denge ile adaleti sağlıyor.

Sanki bütün bir evren tek bir varlık ve siz bu varlığın bir yerde ahengini bozacak olursanız, “Maat Yasası”  devreye girerek sizi uygun bir zamanda cezalandırıyor ve evrenin dengesini yeniden tekrar kuruyor.

Onun için eski Mısır’da yöneticiler ve özellikle firavunlar kendilerini adaletli olmak zorunda hissediyorlardı.

“Maat Yasası” öyle bir yasa olarak düşünülüyordu ki, bileşik kaplar gibi,  evrende yapılan her iyilik ve her kötülük karşılıksız bırakılmıyordu. Tıpkı günümüzde sözü edilen  “ Kelebek Etkisi “ gibi…

Kuran-ı Kerimde de bir ayet diyor ki; “ Biz eğer kötülük edenlere anında, ceza verseydik, dünyada insan kalmazdı. Kötülerden ne zaman hesap soracağımızı ve onları ne zaman cezalandıracağımızı biz biliriz.”

Hemen aklıma gelmişken şu soruyu da sormak istiyorum. Tanrı tek ve benzersiz olduğuna göre, neden dini kitaplar onun ağzından hitap ederken hep “ Biz” gibi çoğul bir adıl kullanmaktadır?

Aslında tüm evren benzersiz bir tekilliği mi oluşturuyor?

Yani biz gerçekte Tanrının bir parçası, bir elimiyiz? Küçük bir su zerresi iken, evren gibi büyüyüp gelişerek bir erişkin olan, bedeninde milyarlarca canlı hücre taşıyan ve tıpkı belirlenen gün geldiğinde evren gibi büzüşüp küçülerek, tekrar geldiği yere dönecek olan küçük bir evren miyiz?

Belki insan beyninin evrimleşme sürecinin bir noktasında sakatlandığını ve bu sakatlanma sonucu,  bireysel zekânın ortaya çıktığını düşünebiliriz.

Diğer tüm canlılar yaşadığımız evren ve dünya ile doğrudan bir bağ kurup, içgüdüleri ile uyum yasaları çerçevesinde yaşamlarını sürdürürken, insanoğlu olmadık şeyler icat ederek bir yerde “Maat Yasası”nı bozmaya başlamıştır.

Bu sakatlanma sonucu tarih boyunca insanoğlu, güçlü gördüğü ve baş edemediği veya çok sevdiği, hoşlandığı her şeye tapmıştır.

İnsanlık tarihi; Güneşe, Aya, ateşe, okyanusa, nehirlere, ineklere, öküzlere, kedilere, köpeklere, kadınlara ve kendi seçtikleri insanlara tapan kavimlerle dolu değil mi?

Evde bir çift muhabbet kuşum var,  onlara ben bakar ve ben beslerim. Onlardan oldukça güçlüyüm. Bir yerde yaşamları ve kaderleri benim elimde. Birbirimize karşılıklı sevgi ve bağlılığımız da var. Ancak bu kuşlar bana tapmıyorlar ve işlerine gelmediği zaman da saldırarak elimi ısırıyorlar.

Kuş beyinleriyle beni Tanrı olarak algılamıyorlar. Hatta zaman zaman soframa konup yemeğime saldırıp,  benimle eşit hak iddia ediyorlar. Eskiden bir kedim vardı. O da öyleydi. Bu davranışları sanki “  Biz seninle aynı Tanrının çocuklarıyız.” der gibi.

Biraz önce Mısırlıların “Maat Yasası”dan bahsederken evrende hiçbir etkinin karşılıksız kalmadığını belirtmek istedim. Günümüzün bilim adamları, Çin de bir kelebeğin kanat çırpmasının, bir süre sonra Amerika da bir kasırgaya neden olabileceğini söylüyorlar. Buna da “Kelebek Etkisi” adını veriyorlar.

Bir gün, Edward Lorenz adında bir araştırmacı günlük hava raporu verilerini bilgisayarına girerek, bir diyagram yardımıyla ileriki günler için bir hava raporu tahmini yapmaya çalışır ve bu veriler sonucu bir eğri elde eder. Bir süre sonra bilgisayara yüklediği verilerin çok küsuratlı değerler olduğunu ve bunun da zaman aldığını düşünerek,  veri rakamlarından ihmal edilebilecek ondalıkları atarak, değerleri yeniden bilgisayarına yükler. Elde ettiği yeni eğri, eskisiyle aynı noktadan başlamasına rağmen,  sonuç giderek bambaşka bir şekil alır.

Aslında bu bizim bildiğimiz bir atasözünü doğrulayan bir sonuç; “Şeytan ayrıntıda gizlidir.” veya Halk ağzında bir mesel olarak;

 

“Bir mıh bir nal kurtarır;
Bir nal bir at kurtarır;
Bir at bir er kurtarır
Bir er bir cenk kurtarır
Bir cenk bir vatan kurtarır.”

 

Buradan da şu sonucu çıkarabiliriz; Çoğu zaman gereksiz bir ayrıntı olarak düşündüğümüz, bir dostu aramanın, bir gülümsemenin, güzel bir sözün veya davranışın insanlık adına ne büyük sonuçlar yaratabileceğini genellikle düşünmeyiz. Oysa biz de Mevlana gibi aynı varlığın bir parçası olarak onunla aynı soluğu almaktayız ve aynı yörüngede dönmekteyiz.

 

Sen bizim tıpkımızsın, dedim ey can!
Amma yaptın, dedi,
O da ne demek?
Şu gördüklerin hep ben’im.
Yoksa dedim, sen o musun?
Hey, kendine gel, sus, dedi,
Benim ne olduğum, dedi
Dile gelmez.

                                    Mevlana

 

“Kelebek Etkisi” teorisi bize, evrende en küçük bir etkinin bile göz ardı edilemeyeceğini gösteriyor. Peki, evrende ve yaşamımızda tesadüf diye bir şey var mı?

Einstein teorilerinin korunmasını sağlamak amacıyla oluşturulmuş bir kurulun üyesi ve dünyanın en saygın kuantum fizikçilerinden birisi olan Londra Üniversitesi öğretim üyelerinden David Bohm adındaki bir fizikçinin yaptığı ilginç bir deneyi burada sizinle paylaşmak istiyorum;

Özel bir düzenekle içi gliserin doldurulmuş silindir bir cam kavanozun içine bir mürekkep damlası bırakılıp, kavanozun içindeki silindir döndürülecek olursa, mürekkep damlası, yayılarak gözden kaybolmaktadır. Ancak silindir ters yönde döndürüldüğünde, damla tekrar bir araya gelmektedir. Bu deney birkaç kez tekrarlandığında sonuç değişmemektedir. Bu durumda mürekkebin gliserin içinde tesadüfi dağıldığını söylemek mümkün mü?

Burada plazma içinde tesadüfi gibi yayılan elektronların kendilerine özgü gizli bir düzeni vardır.  Bohm, bu konu üzerinde düşündükçe, gerçekte evrenin işleyişini holografik ilkelerle gerçekleştirmekte olduğunu anlamaya başlamıştı.

Aslında evrenin kendisi de akışkan, dev bir hologramdı. Bohm’un en şaşırtıcı önermelerinden biri de günlük yaşamımızın elle tutulabilir gerçekliğinin aslında, tıpkı holografik bir imge gibi, bir tür illüzyon, bir hayal olduğudur.

Bu gerçekliğin altında, daha derin bir varoluş düzeni, fiziksel dünyamızın tüm nesne ve görünümlerini, tıpkı bir holografik film parçasının bir hologram yaratmasına benzer biçimde yaratan, engin ve daha temel bir gerçeklik düzeyi yatmaktadır.

Bohm bu daha derin gerçeklik düzeyine  “Saklı Düzen” adı vermektedir. Elinize bir avuç buğday alıp tarlaya serptiğinizde, aslında buğday taneleri tesadüfi olarak dağılmamaktadır. “Saklı Düzen”in kurallarına göre her tanenin düşeceği yer bellidir. Bu serpiştirme işleminde elbette sizin buğday tanelerini tutuş biçiminiz ve fırlatma gücünüz de dikkate alınmıştır.

David Bohm evrenin bir hologram olduğunu düşünüyordu. Onun,  Stanford Üniversitesinde nörofizyoloji uzmanı olan Karl Pribram ile tanışması ise, bu kanısını oldukça güçlendirdi. Çünkü Pribram’da beynin bir hologram olduğunu savunuyordu.

Pribram diyor ki;

“Beyin bir hologramdır. Bu tanımlama görünen dünyanın yanlış olduğu anlamına gelmez; orada bir gerçeklik seviyesinde nesnelerin bulunmadığını göstermez. Bunun anlamı şudur; bu gerçekliğin arasından geçip evrene holografik bir sistemle bakacak olursanız, başka bir görüntüye ulaşır, farklı bir realiteye varırsınız ve bu diğer gerçeklik şimdiye kadar bilimsel olarak açıklanamayan şeyleri – paranormal fenomenleri, eşzamanlılığı, olayların sanki anlamlı gibi görünen karşılaşmalarını- açıklayabilir. “

Hologram nedir? :

Üç boyutlu bir nesne üzerinde kırılmış ışığı kaydeden ve belli bir açı altında bir ışık demetiyle aydınlatıldığında fotoğrafı çekilmiş nesnenin kabartmalı görüntüsünü veren saydam fotoğraf klişesidir.

Normal bir fotoğraf filmini keserseniz, çektiğiniz film ikiye bölünür ve siz, çektiğiniz nesneyi iki parça olarak görürsünüz.

Oysa holografik bir film ne kadar bölünürse bölünsün, filmin en küçük parçasını bir lazerle aydınlatırsanız, çektiğiniz nesne tam olarak görünecektir. Holografik bir film parçasının her ufak parçası, bütünü üzerine kaydedilmiş tüm bilgileri kapsamaktadır.

Pribram’ı böylesine heyecanlandıran şey de işte hologramın bu özelliğiydi; çünkü hatıraların beyinde belirli bir yerde olmayıp da tüm beynin içine nasıl olup da dağılmış bulunduğunu artık açıklamak mümkündü. Bir hologramın “Her parçada bütünü” barındıran yapısı, beynimizin de bir tür içsel hologram aracılığıyla imgeler oluşturma yeteneğine sahip olması demektir.

Çoğumuz için aşk, açlık, öfke ve bu gibi duygular birer iç gerçekliktir. Bir orkestranın çıkarttığı ses, güneşin sıcaklığı, fırındaki ekmeğin kokusu gibi diğer duyumlar dış gerçekliktir.

Bir kişiye baktığımızda o kişinin görüntüsü gözümüzün retina tabakası üzerinde oluşur. Oysa biz o kişiyi gözümüzün retinası üzerindeymiş gibi algılamayız. Biz bütün bu imgelerin “ dışımızdaki dünyanın içinde bulunduğunu algılıyoruz. Aynı biçimde, ayak parmağımızı bir yere vurduğumuz zaman acıyı parmağımızda algılıyoruz. Ama acı, gerçekte ayağımızda değildir. Acı gerçekte beynimizin bir yerlerinde yer alan nörofizyolojik bir süreçtir.

Bir hologramın üç boyutlu imgesi bazen insanı ürkütecek kadar inandırıcıdır, onun çevresinde dolaşabilir ve ona farklı açılardan bakabilirsiniz. Ama elinizi uzatıp dokunmaya kalkışacak olursanız parmaklarınız içinden geçer.  Bir hologramın en başta gelen özelliği, bir nesneyi orada olmadığı halde, oradaymış gibi gösteren bir illüzyon yaratmasıdır.

Pribram’ı rahatsız etmeye başlayan soru şuydu; Eğer beyinlerimizdeki gerçeklik görüntüsü aslında bir görüntü değil de, bir hologramsa, bu neyin hologramıydı?

Pribram, holografik beyin modelinden çıkartılacak önermenin, nesnel gerçekliğin, belki de var olmadığı ya da bizim inandığımız anlamda var olmadığı sonucunu doğuracağını algıladı. Mistiklerin yüz yıllar boyu söyleyip durdukları şey doğru olabilir miydi? Gerçeklik bir maya, bir hayal miydi?

Evrende var olan şey gerçekte, tınlayan, engin bir dalga boyları senfonisi olup, ancak bizim duyularımıza ulaştıktan sonra bildiğimiz dünyaya dönüşen bir “Frekanslar Ülkesi“ miydi?

Nesne dediğimiz şey atomların birbiriyle cümbüş çaldığı bir enerji dalgası mıydı?  Beş duyumuzun algılama yeteneğini değişik düzeylere ayarladığımızda evreni nasıl algılayacağız veya nasıl bir hologram oluşturacağız?  Bu rüya nasıl bir seyir izleyecek?  Tanrı, “Adem” denilen yokluk aynasına baktı onun akislerinden  evren ve varlıklar mı oluştu?

Einstein, dünyayı sarsan genel görecelik kuramında uzay ve zamanın birbirinden ayrı varlıklar olmadığını, “ Bölünmez uzay zaman sürekliliği” adını verdiği daha geniş bir bütünün pürüzsüz bir biçimde birleşmiş parçaları olduğunu söyler.

Bohm bu görüşü dev bir adım daha ileriye götürmüştür. O evrendeki her şeyin bir sürekliliğin parçası olduğunu söylemiştir. Görünen düzeydeki açık seçik ayrılıklara karşın, her şey birbirinin dikişsiz bir uzantısıdır.

Bir an durup bunu düşünelim. Elinize bakın. Şimdi de yanınızdaki lambadan akan ışığa bakın.  Ve yanınızda oturan kişiye bakın. Siz yalnızca maddeden yapılmış değilsiniz, siz aynı şeysiniz. Tek bir şey: Bölünmez bir şey. Sayısız kolları ve eklentileri tüm görülebilir nesnelerin, atomların, dalgalı okyanusların, kozmosta göz kırpan yıldızların içine uzanmış görkemli bir şey.

Bir hologramın her parçasının oluştuğu bütünün imgesini taşımakta olduğu gibi, evrenin her bir parçası da tümünü içermektedir. Bunun anlamı şudur; Nasıl ulaşabileceğimizi bilirsek, bizden yüzlerce ışık yılı uzakta zannettiğimiz Andromeda galaksisini sol elimizin başparmağının tırnağında bulabiliriz.  İşte bunu için Hallacı Mansur ve Nesimi “ Enel Hak” demişlerdir.

Nesimi; “ Kâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi, kah inerim yer yüzüne seyreder âlem beni “ derken, bizim Yunus Emre ‘de; “ Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm “ demiştir.

1993 yılının Mart ayında iki Amerika’lı, bir İsrail’li, bir Avusturya’lı, bir Kanada’lı ve bir Fransız’dan oluşan uluslararası bir fizik araştırma grubu,  çok çarpıcı sonuçlara ulaşmıştır. Hızlandırılmış atomlar, enerjilerinin bir kısmını iki foton birden kaybederek bırakıyorlar.

Ortaya çıkan bu fotonların birbirinden bağımsız karekterleri yok ve genel de benzeşiyorlar.  “EPR” çifti diye adlandırılan bu fotonların aralarındaki uzaklık ne olursa olsun birbirleriyle olan bağlantıları değişmiyor. Kuantum fiziği de bunu doğruluyor.

İşte bu noktada bilim, algı mekanizmasına meydan okuyor. Bu ikiz fotonlar arasında milyarlarca kilometre olsa da, birinde yapılan bir işlem diğerine de aynen yansıyor. Eğer bilime biraz romantizm katılacak olursa, bu işlemi biraz daha kolay anlatmak mümkün;

İki kardeşten birinin polarizasyonunda bir değişiklik yapılırsa, diğer kardeş de buna dayanamıyor ve tıpkı diğeri gibi yeni biçimini almaya yöneliyor ve polarizasyonunu değiştiriyor. Fotonlar arasında bilgi alış verişi “ an “  diye adlandırılan ışık hızını aşan bir sürede gerçekleşiyor.

Gerçi bilim adamları ışıktan hızlı hareket eden ve adına “ Takyon “ denilen parçacıkların varlığını ortaya koymuş bulunuyorlar ancak bu çıkmazdan kurtulmak için, bir foton çiftinin aralarındaki mesafe ne olursa olsun tek bir bütün olarak kabul edilmesinden yanadırlar.

Kimse bu açıklamaların kolay kabul edilebilir olduğunu iddia etmiyor. Einstein bile zamanında kendi teorilerinin ortaya çıkardığı bu sonuç için, alaylı bir üslupla; “Bu parçacıklar arasında bir telepati var  “ demiştir.

Albert Einstein ; “ Evrenin düzenini gördüğümde, mistik bir şaşkınlığa düşüyorum “ demişti. Öğrencisi ve asistanı David Bohm ; “ Her şey, her şeyin altında yatan bir düzenin, ikinci kademede ortaya çıkan görüntüsünden başka bir şey değildir “ görüşündeydi.

Astronom James Jeans, evrenin büyük bir mekanizmadan daha çok, büyük bir düşünce olduğu kanısındaydı. Bilim adamı Arthur Eddington da, evrenin yapı taşının düşünce olduğunu savunuyor. Sibernetikçi David Foster, evrenin somut görünümünün, bilinmeyen organize bir kaynağın kozmik verilerinin bir sonucu olduğu görüşünde.

Holografik bölünmede, bölünmüş olan her küçük parça, ana parçanın özelliklerini taşıyorsa, gözlemlenen şekillerin oranlarının da ana parçadaki oranı yansıtması gerekir diye düşünebiliriz. O zaman bütün yaratılan varlıkların kendi arasında uyumlu bir şifresi olması gerekmez mi?

Tüm bitkiler ilk yıl, bir sürgün verirler. İkinci yıl, iki sürgün verirler, üçüncü yıl, üç sürgün verirler ve daha sonra sıralama şöyle gelişir.

1-2-3-5-8-13-21-34-55-89-144-233-377-610-987-1597-2584-4181……….

Dikkat edilirse her yıl verilen sürgün sayısı, son iki yılda verilen sürgün sayısının toplamına eşittir. Aritmetikte bu seriye İtalyan matematikçi Fibonacci’nin  adı verilmiştir. Tavşanlarda bu sisteme göre ürerler. Her sayı kendinden bir önceki sayıya bölündüğünde altın oran diye bildiğimiz “Phi” sayısını buluruz.

Bulunan sayı yaklaşık olarak 1.618 ‘dir. Bu oran bütün canlıların fizyonomik yapılarının oluşumunda kullanılan bir orandır. Örnek olarak bir insanın boyunun uzunluğunu, göbeğinden yere olan uzunluğuna bölersek, bu oranı buluruz.

Antikçağ ressamları ve mimarları bu oranı eserlerinin ortaya çıkarılmasında kullanmışlardır. Bir arı kovanındaki dişi arı sayısını erkek arı sayısına böldüğünüzde,  sedefli deniz minaresinin her bir spiralinin çapını diğerine oranladığınızda,  bir insanın kalçasından yere kadar olan uzunluğu, o insanın dizinden yere kadar olan uzunluğuna böldüğünüzde ve beş köşeli yıldızdaki tüm doğru parçalarının oranı, her zaman  “Phi” sayısını verir.

Günümüz bilim adamları inceledikleri bitkiler ve diğer canlılar için de bu oranı esas alarak formüller çıkarmışlardır. Şimdi doğadaki diğer canlılara bir göz atalım.

Klasik sanatta çok kullanılan altın dikdörtgenin özelliği, kenarlarının birbirine oranının içinden bir kare atılarak elde edilen dikdörtgenin kenarlarının oranına eşit olmasıdır. Kalan dikdörtgen de altın dikdörtgen olduğu için ondan da bir kare atılırsa geriye yine bir altın dikdörtgen kalır. Bu işlem sonsuza kadar gider.

Altın dikdörtgen elde etmek için bir (ABCD) karesi çizilir. (CD)  kenarının orta noktası  (F ) ise, (CD) kenarı ( FG = FB ) olacak şekilde uzatılır. Elde edilen ( ACGH ) dikdörtgeni bir altın dikdörtgendir. Her altın dikdörtgende  ( CG / DG )  “Phi” sayısını yani 1.618’i verir.  Bir insan boyu ( CG ) ise ve bu insanın göbeğinden yere olan uzunluğu ( DG) ise, altın oran 1.618 ‘dir.

Altın dikdörtgenin sonsuza kadar bölünmesi ve altın oranın sabit kalarak en küçük parçada bile ortaya çıkması bize sanki holografik evrenin geometrik olarak da bir kanıtı gibi görünüyor.

Hepimiz bu dünya üzerinde bir süre geçireceğiz. Geçmişi yalnızca hatırlıyoruz.

Onu zihnimizde saklıyoruz. Ebedi Maşrık dediğimiz sonsuzluğa kavuşup, evrenle bütünleşip, yeniden doğanın koynuna girme vakti geldiğinde, geriye bakarak;

“ Gerçekten yaşadık mı, yoksa bir rüya mı gördük? “ diye soracağız. Ölümsüzlüğün yeni ufuklarına, renklerine ve dalgalarına yelken açacağız. Yeni farkındalıkların tadına varacağız. Sözlerime oluşum isimli şiirimle son vermek istiyorum.

 

OLUŞUM

Ses yoktu,
Renk yoktu başlangıçta.
Benim gibi yalnızlığı bilen
Yalnızca bir Tanrı vardı,
Ve bir tek söz vardı önceleri.
Kelimeler güçlüdür.
Sevdalar da öyle.
Sonra ; “Ol” dedi.
Evrenin ulu mimarı.
Bir tek sözcük yetiverdi.
Resim oluştu, heykel oluştu.
Ateş oluştu, gül oluştu,
Bülbül oluştu, sevda oluştu.
Sözcükler art arda dizilip,
Şiir oluştu.
Hareketlendi her biri
Müzik oluştu.
 
“Âdem” denilen
Yokluk aynasına baktı sonra Tanrı
Sen yansıdın, ben yansıdım.
Biz bir tek varlıktık oysa
Bu bakışla binlere bölündük.
Ayrı gayrı bilmezken
Sen olduk, ben olduk.
Sevmek istedik, sarılmak istedik;
Sorguladık yaşamı
Aşkı öğrendik, nefreti öğrendik
Hasreti öğrendik, acıyı öğrendik.
Her birini
Bir diğerinin uzantısı bildik.
Yalnız su mu boğar, ateş mi yakar?
Gönlüne bir kor gibi düşen aşk ile
Hıçkırık boğar, sevda yakar.

                                   Mustafa Süreyya Sezgin
                                   İstanbul, 18.05.2002

 

 

Evrenin yaratıcısı bizi kendi varlığından ayırmasın.

 

sunum-indir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir